Dünya nüfusu 8 milyara ulaştı. Bu nüfusun yarısından fazlası kentlerde yaşıyor. 

Türkiye’de durum daha da vahim görünüyor. 2021 yılında %93,2 olan il ve ilçe merkezlerinde yaşayanların oranı, 2022 yılında 85 milyonu aşan toplam nüfus içinde %93,4 oldu. Diğer yandan belde ve köylerde yaşayanların oranı %6,8’den %6,6’ya düştü. Elbette bu dramatik oranda büyükşehirlerdeki bazı kırsal kesimlerin artık mahalle statüsünde olması da etkili. 

Artan nüfuslarıyla kentler, küresel anlamda karbondioksit emisyonlarının yaklaşık %70’inden sorumlu. Kentler, sadece karbondioksit emisyonlarının çoğundan sorumlu oldukları için değil, aynı zamanda kent sakinlerinin yerel, ulusal ve küresel düzeylerde radikal dönüşümler talep etme, mücadele etme ve ilham verme konusundaki aktif ve kolektif rolleri nedeniyle de krizlerle mücadelede önemli bir role sahip.

Bugün geldiğimiz noktada giderek artan kentsel adaletsizliklere karşı güvende olmaya ihtiyacımız var. İklim değişikliğinin giderek derinleşen sonuçları kentlerde yaşamı olumsuz etkiliyor. Sıklığı giderek artan seller, kuraklıklar deprem gibi doğa olaylarına eklenince her yıl önlenebilecek çok sayıda can kaybı yaşanıyor. Oysa kentlerimizi doğaya uyumlu, iklim krizinin etkilerine dirençli hale getirmek mümkün. Bunun için de kentlerimizde rant odaklı yapı stoğu yerine yeşil altyapı çözümleriyle donatılmış, yenilenebilir enerji kaynaklarıyla sürdürülebilen, enerji tasarruflu, doğaya uyumlu dirençli kentler inşa edilmesi gerekiyor. 

İklim değişikliğiyle adaletli bir yaklaşımla mücadele etmek, kentte zor koşullarda yaşamak zorunda bırakılan kesimlerin dahiliyeti için gerekli zemini hazırlamak ve karar alma süreçlerine katılımını sağlamak anlamına gelir. Yaşadığımız yerle ilgili kararların alınmasında süreçlere katılmamız ve nasıl yaşamak istediğimiz konusunda görüşümüzün alınması gerekiyor. Kentler, içinde yaşayanların ihtiyaçlarını karşıladığı zaman adil olmaya yaklaşır. Bunun için de iklim krizinden en çok etkilenen kesimlerin başında gelen kadınların, gençlerin ve yoksulların sesinin duyulması gerekir.

Kentsel Adalet, iklim acil durumunu ve doğal afet risklerini şehirlerde adaletsizliklere maruz bırakılan insanların ihtiyaçları, talepleri ve fikirleriyle ilişkilendirerek ele almak anlamına gelir. Kentlerde derinleşen bu krizler tüm kesimleri aynı şekilde etkilemez. Bazı toplumsal grupların zarar görebilirliği maruz kaldıkları sosyal adaletsizlikler nedeniyle daha fazladır. Kadınlar, gençler, engelliler, yoksullar ve dezavantajlı kılınmış daha niceleri kent içinde yaşanan sosyal adaletsizlikler nedeniyle iklim krizinin sonuçlarına karşı daha savunmasız hale gelirler. Bu nedenle kentlerde yürütülecek bir iklim mücadelesi mutlaka sosyal adalet boyutunu da içinde barındırır.

Kentsel adalet, aynı zamanda, doğaya ve sosyal adalete dayalı yeni kentleşme modellerine ilham verebilecek deneyim ve çözümlerin tanınmasına imkan verir. İklim krizinden en az sorumlu olan ama en çok etkilenenlerin kent ölçeğinde desteklenmesi anlamına gelir. Örneğin son yıllarda tırmanan ekonomik kriz kaynaklı kiralarda yaşanan artışla gittikçe yaygınlaşan bir sorun haline gelen barınma adaleti sağlanmadan kentsel adaletten bahsetmek mümkün değil. 

Bugün kentlerde yaşayanlar ve kent hareketleri daha iyi şehirlerin oluşması için, kentsel adalete yönelik yapısal değişikliklerin mümkün olması için mücadele ediyor. 

Greenpeace olarak tüm bu mücadeleleri selamlıyor ve ekolojik adaletin yolunun kentlerden ve sosyal adaletten geçtiğini bilerek odağımızı kentleri de kapsayacak şekilde genişletiyoruz.