COP27’nin Ardından – 1

Mısır’da 27.’si gerçekleştirilen Küresel İklim Zirvesi ya da COP 27 (tam adıyla Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi 27. Taraflar Konferansı), yine küresel ve ulusal iklim değişikliği gündemlerinin masaya yatırıldığı, bu gündemlere ilişkin eylemi planlarının ve ilgili mekanizmaların tartışıldığı bir zirve oldu.

COP27’de temel olarak iki noktanın ön plana çıktığını söyleyebiliriz. Bu iki noktadan biri, küresel iklim krizi tazminatları tartışmasında önemli bir viraj olan kayıp zarar mekanizması iken, diğeri bizi çok daha yakından ilgilendiren, Türkiye’nin Ulusal Katkı Beyanı (NDC; küresel emisyon azaltım çabasındaki ulusal katkıya ilişkin taahhüt), yani iklim hedefi idi.

Türkiye’nin iklim değişikliği mücadelesi taahhüdü: “Emisyonları artıracağız”

COP27 Türkiye için çok özel bir zirveydi. Türkiye, Paris Anlaşması’nı onayladıktan sonra sunması gereken güncel Ulusal Katkı Beyanını; yani Türkiye’nin 2030 projeksiyonlu güncel iklim hedefini, bir sene gecikmeyle bu zirvede dünyaya ilan etti. Paris Anlaşması’nın onayladığı günlerde, önemli olan eylem diyerek taleplerimizi belirtmiş ve risklere dikkat çekmiştik. O günlerden itibaren, Türkiye’nin bir sonraki COP’ta sunacağı katkı beyanıyla ilgili, gerek hükümet tarafında gerekse toplumsal hareketler ve sivil toplum tarafında hummalı bir çalışma başlamıştı ve o günden bugüne de hükümetin açıklaması merakla bekleniyordu. Zirvede nihayet bu bekleyiş sonlandı. Ama mutlu bir son değildi bu.

Türkiye, 2030 “iklim hedefi” olarak aşağıdaki iki temel sayısal açıklama paylaştı:

  1. 2015’te, “2030 itibariyle yüzde 21” olarak ilan edilen artıştan azaltım, yüzde 41 olarak güncellendi. Bu yolla, “500 milyon ton sera gazı azaltımı yapılacağı” ifade edildi (bunu aklımızda tutalım: “azaltacağız” dediler).
  2. Sera gazı emisyonlarının zirveye çıkacağı tarih (emisyon pik tarihi) 2038 olarak açıklandı.

Peki bu açıklama ne anlama geliyor?

Hükümet net olarak emisyon artıracağını ilan etti. Artıştan azaltım, bir azaltım değil, bir artıştır. Dolayısıyla Türkiye’nin iklim hedefleri, iklim krizine karşı değil, iklim krizi yararına 500 milyon ton sera gazı azaltımı da, aynı şekilde aslen 500 milyon ton daha az artıracağız anlamına geliyor. Emisyonlar azalmayacak, artacak.

Ama “azaltacağız” demişlerdi?

Türkiye’nin 2015’teki açıklaması; normal şartlar devam ettiği takdirde 2030’da 1 milyar 175 milyon tona varacak olan toplam sera gazı emisyonunun, hükümetin yüzde 21’lik artıştan azaltım önlemiyle 929 milyon tona düşeceği idi. COP27’deki açıklamadan ise, bu seviyenin, yüzde 41’e çıkarılan artıştan azaltım oranı sayesinde (!) 694 milyon tona çekileceği anlaşılıyor. Türkiye’nin güncel toplam ulusal emisyon verisi ise 2020 tarihli ve 523,9 milyon ton. Şimdi, matematik bize şunu söylüyor: 2020’de 523,9 milyon ton olan emisyonumuz, 2030’da 694 milyon tona çıkıyorsa, bu, 2020 seviyesinin yaklaşık yüzde 32’sine denk gelen bir miktarda artış anlamına geliyor.

Yani azaltmıyor, artırıyorlar? Peki kömür?

Evet, emisyonlar artıyor. Bu aynı zamanda kömüre de tam gaz devam demek. Kömürlü termik santraller, Türkiye’nin en büyük sera gazı kaynağı. 2020 rakamlarına göre ülkenin toplam sera gazının yüzde 20’sini oluşturuyor. Yani Türkiye’nin iklim eyleminde aslan payı kömürden uzaklaşmakta yatıyor. Oysa toplam sera gazı miktarını yüzde 30’dan fazla artırmak, kömüre tam gaz devam etmek anlamına geliyor. Bu da, yeni santrallerin ve yeni kömür madenlerinin faaliyete girmesi, yeşil alanların, tarım topraklarının ve temiz hava hakkının üzerindeki tehdidin çok çok uzun yıllar daha sürmesi anlamına geliyor.

Bu satırlar yazılırken, Türkiye’nin iki ayrı noktasında iki yeni kömür sahası için daha düğmeye basıldı. Aydın ilçesi Bozdoğan’da, yıllık 2 milyon tonluk bir kapasiteyle linyit üretimi gerçekleştirecek proje, hakkında, Aydın Valiliği “ÇED gerekli değildir” kararı verdi. Çıkarılan linyit Muğla’daki Yatağan Kömürlü Termik Santrali’nde yakılacak ve en az 10 yıllık bir faaliyet öngörülüyor. 

Bir diğer linyit faaliyeti gelişmesi ise Kahramanmaraş ilçesi Elbistan’da ortaya çıktı. 2011’de meydana gelen ve 11 maden işçisinin hayatını kaybettiği (ve hala cesetlerine ulaşılamadığı) göçük faciasından bu yana atıl durumda olan Çöllolar Maden sahası, Türkiye Kömür İşletmeleri tarafından çıkılan ihalenin sonuçlanmasıyla yeniden faaliyete geçecek. Bu ihale, Afşin-Elbistan linyit havzasındaki 500 milyon tonu aşan linyiti, santrallerde yakma projesinin bir parçası.

Bu bölgede aynı zamanda Türkiye’nin en büyük kömürlü termik santrali de yapılmak isteniyor. Bizzat Türkiye Hükümeti tarafından yapılmak istenen ve 1800 MW kurulu güce sahip olması planlanan Afşin C santrali, ÇED raporunda paylaşılan bilgilere göre, yılda 62 milyon ton karbon emisyonu yapacak. Bu rakam, Türkiye’nin 2020 tarihli en güncel ulusal emisyon miktarının yüzde 10’undan fazla. Evet, tek başına bir santralden bahsediyoruz. Greenpeace Akdeniz olarak, kampanyalar yürüterek, davalar açarak tüm gücümüzle durdurmaya çalıştığımız bu proje, Türkiye’nin iklim değişikliğiyle mücadelede küresel gayrete verdiğimiz ulusal katkı beyanı içerisinde yer bulabiliyor. Tuhaf zamanlar değil mi gerçekten? Evet tuhaf, ama bu gidiş değişmezse öncelikle 2038’e kadar, sonra da başka belirsiz bir geleceğe kadar sürecek bir kabusun da işaretçisi aynı zamanda.

2030’dan 2038’e ve sonrasına: bir iklim kabusu

Tüm bu kömür iştahı, aslında açıklanan ulusal katkı beyanının ikinci kısmı olan emisyon pik tarihi ile de kendini gösteriyor: 2038. Gezegen için kritik tarih olan tarihten 8 sene sonra. 2030 itibariyle küresel ortalama sıcaklık artışını 1,5 derecede durduramazsak, sonun başlangıcı olacak tarih. Bu tarihe kadar, Türkiye, gezegenin mahvına sebep olacak bir emisyon politikası izleyeceğini ilan etmekle kalmadı, üstüne üstlük, sonrasındaki 8 yıl boyunca da emisyonları artıracağını ilan etti.

Bakan Murat Kurum, “Türkiye, çevre ve iklim politikalarını hayata geçirme noktasında güçlü ve öncü ülkelerden biridir” ulusal katkı beyanını bu sözlerle açıkladı. Emisyon artışı, kömürden çıkış bir yana, yeni kömür yatırımları planları, kritik tarihin çok çok ötesine verilen emisyon pik zamanlaması da pek tabii bir çevre ve iklim politikası sayılabilir. Öyle ya, yıkım getiren, ölüm getiren, kirlilik ve yoksulluk getiren politikalar yapmak da bir özgürlüktür. Aynı şekilde, uluslararası kamuoyunun, bu tür bir iklim hedefine itibar etmemesi de bir özgürlüktür, öyle değil mi?

COP27’de Günün Fosili: Türkiye

Zirveyi yerinde takip eden aktivistler, uzmanlar, gazeteciler, net gözlemlerde birleşiyor: Türkiye pavilyonuna ilgi yoktu. Gerek zirve katılımcıları, gerekse birkaç istisna dışında ulusal ve uluslararası basın, Türkiye’nin pavilyon faaliyetine genel olarak ilgi göstermiyordu. Türkiye delegeleri, müzakerelere ve oturumlarda yer alıp makul görüşler dile getiriyordu, fakat kendi ülkelerinin ulusal katkı beyanından bahsetmiyorlardı, çünkü bu beyanı benimser görünmüyorlardı.

Birleşmiş Milletler’in Küresel İklim Zirveleri, yani COP’lar, aynı zamanda ülkeler arasında bir etkinlik, iklim eylemi liderliği ve bir uluslararası itibar rekabetine de sahne oluyor. Müzakereleri tıkayarak etkili iklim eylemi kararlarının alınmasını engelleyen veya Türkiye gibi iklim krizinin ciddiyetini anlamaktan uzak hedefler açıklayan ülkeler, bu konuda ağır eleştiriler kadar kuvvetli mizahın da konusu oluyor. 
Türkiye de, iklim zirvesinde emisyon artışını iklim hedefi olarak ilan etmekten çekinmeyen bir ülkenin hak edişini zirvede aldı. İklim Eylemi Ağı’nın (Climate Action Network – CAN) COP zirvelerinde her gün dağıttığı Günün Fosili ödülünün sahibi, 15 Kasım’da Türkiye oldu.

Zirveleri düzenli olarak takip edenler için şaşırtıcı olmayan bu gelişme, Türkiye için güzel haber değildi. Çünkü ödülü alan ülkeler için de bilhassa zirve dahilinde can sıkıcı bir gelişme oluyor. 


Hem günün fosili, hem iklim politikası öncüsü

Peki, Bakan Kurum’un sözüne geri dönecek olursak, çevre ve iklim politikalarında “öncü ülkeler arasında” olmak ne demektir? Hem günün fosili, hem de iklim politikalarında öncü olmak mümkün müdür? Bunu Avrupa’daki ülkelerin kömürden çıkış tarihleriyle kıyaslayarak anlamaya çalışalım:

Kaynak: Kömürün Ötesinde Avrupa (Europe Beyond Coal – EBC)

Avrupa’da 21 ülkeyi ele alan bu çalışma, ile Türkiye’nin ulusal katkı beyanını birlikte düşündüğümüzde, Bulgaristan’ın verdiği ve Avrupa’daki mevcut en geç kömürden çıkış tarihi 2040 iken, Türkiye’nin daha 2038’e kadar geniş geniş, rahat rahat kömür yakacağı sonucuna varıyoruz. Kabusa bir de utanç eşlik etmiyor değil.

Çünkü, bu bir iklim hedefi değil. Bu, bir iklim eylemi değil. Türkiye’nin “Ulusal Katkı Beyanı”, hava, toprak ve su kirliliği, kanser başta olmak üzere sağlık sorunları, kömür madencileri için ölüm riski, santral çalışanları ve yine madenciler için meslek hastalıkları, yüzde 100 yenilenebilir enerji dönüşümünde daha da gecikmekle tırmanacak ekonomik daralma ve tüm toplum için erken ölüm anlamına gelen mevcut sisteme devam kararıdır.

Türkiye, bu kararı hangi saiklerle, hangi akıl yürütmeyle almış olursa olsun, iklim krizinden kâr edenler ve edecekler hariç kimsenin çıkarına olmadığı açıktır. Bu beyan, bu haliyle, Türkiyede bilhassa kömür yatırımcılarına “tüm dünyanın sizi terk ettiği bu zor günlerde yanınızdayız” sözü vermekten farksızdır. İklim krizini tırmandıracak bir gidişatta ısrardır. Türkiye olarak yapmamız gereken, bu katkı beyanından koşar adım uzaklaşmak ve onu hızla revize etmektir. Kömürden çıkış ve adil geçiş fonlarından yararlanabileceğimiz, uluslararası politikada itibar kazanabileceğimiz, elektrik üretiminde fosilsizleşmeyle ortaya çıkacak ek kaynakla kamu sağlığını ve yeşil istihdamı kuvvetlendirebileceğimiz bir gelecek mümkünken, neden iklim krizinin kucağına koşalım? 

Çözüm, kömürden çıkışın, mutlak ve ihtiraslı bir emisyon azaltım planının, adil dönüşüm politikalarının başrolde olduğu bir Ulusal Katkı Beyanı’dır. Bu bir hayal değil zorunluluktur. Dahası, heyecan verici ve mutlu bir gelecektir.

Neden mutlu bir geleceğe  katkı sunmayalım?