Ülke genelinde yağışların azalma eğiliminde olduğu, yağış rejimlerinin düzensizleştiği ve kuraklık riskinin yükseldiği bir kış geçiriyoruz. Meteoroloji Genel Müdürlüğü’nün verilerine göre Aralık 2022’de “yağışlarda normaline göre %52, geçen yıl aralık ayı yağışlarına göre %57 azalma” yaşandı. Yağışlarda karşılaştığımız bu azalma, Türkiye’nin iklim modellemelerinde yüzleşeceği en büyük tehditlerden biri olarak karşımıza çıkan kuraklık tehdidini derinleştiriyor. Kuraklık her ne kadar bu topraklar için yeni bir tehdit olmasa da bugün küresel iklim değişikliği ile birlikte yeniden bu riskin arttığını görebiliyoruz. Türkiye zaten su zengini bir ülke değil. Tarım ve Orman Bakanlığı’nın Kuraklık Yönetimi raporunda işaret edildiği üzere, ülkelerin su potansiyellerini, nüfus oranlarına göre değerlendiren çeşitli indekslere göre, kişi başına 1700m³ su düştüğünde su sıkıntısının olmadığı, 1000-1700m³ arasında su stresi, 500-1000m³ arasında su kıtlığı ve 500m³ altı mutlak su kıtlığı olduğunu gösterir. Türkiye’de 82 milyon nüfus için kişi başına düşen su potansiyeli 1400 m³’ün altında. Bu da Türkiye nüfusunun su stresi içinde olduğunu açıkça gösteriyor.
Son günlerde ülkenin dört bir yanından yaşadığımız bu su stresini somut olarak gösteren görüntüler ve haberler paylaşılıyor. Barajlardaki doluluk oranları da bu görüntüleri doğrular nitelikte. ASKİ’nin verilerine göre 12 Ocak 2023’te Ankara’daki barajların aktif doluluk oranı %17,95 olarak ölçülürken, İstanbul’daki barajların 13 Ocak 2023’teki doluluk oranı %31,44 olarak kaydedildi. Sadece barajlar da değil, çeşitli bölgelerde tarım arazileri, sulak alanlar, akarsu ve dereler ile yeraltındaki su varlıkları da kuraklık tehdidiyle karşı karşıya. Van Gölü’nün çekilen su seviyesi, kuruyan Marmara Gölü ve daha nicesinin görüntüleri bir daha yaşanmaması umuduyla yıllarca akıllardan çıkmayacak gibi görünüyor.
Yanlış Su Politikaları
Bugün Dünya Sağlık Örgütü’nün verilerine göre su kıtlığı dünya nüfusunun %40’ını etkiliyor ve 700 milyon kadar insan 2030 yılına kadar kuraklık nedeniyle yerinden olma riskiyle karşı karşıya. Bu açıkça bir su krizi ile yüzleştiğimizi bize gösteriyor. Elbette bu su krizi salt meteorolojik sebeplerle bir günde ortaya çıkmadı, Dr. Akgün İlhan’ın ifadesiyle, “su ve insan arasında fiziksel ve sosyal bağ, kapitalizmin gelişimi ve özellikle Sanayi Devrimi’yle birlikte değişmeye başladı. Sanayileşmeyle birlikte su, hemen her sektörde gerek hammadde olarak doğrudan gerekse üretim süreçlerinde dolaylı olarak aşırı kullanıma ve kirletilmeye maruz kalmaya başladı.” Ekonomik faaliyet içerisinde su, alınıp satılabilecek, endüstriyel alanda daha çok kâr elde etmek için koşulsuzca kullanılabilecek bir ‘kaynak’ olarak görüldü. Su varlıklarına yönelik bu bakış açısı Sanayi Devrimi’nden bu yana neredeyse hiç değişmeden günümüze kadar geldi. Bu konuda somut bir örnek vermek gerekirse, 2016 yılında Greenpeace Uluslararası tarafından yapılan bir araştırmaya göre, 500 MW’lık bir kömürlü termik santral açık devre soğutma kullandığında kabaca her üç dakikada bir, olimpik bir yüzme havuzunu boşaltacak kadar su çekiyor. Açık devre soğutmalı termik santraller o kadar da yaygın değil diye düşünebiliriz, o zaman da her markette bulabileceğimiz ‘endüstriyel’ şartlarda yaşatılmış bir hayvandan kesilip sunulan 1 kg sığır eti için 15.415 litre su harcandığını örnek olarak alabiliriz. Bu yoğun kullanıma ek olarak yağan her yağmur da çözüm olmuyor. Zira kuraklığın tek sebebi yağışların azlığı da değil. Yağış rejimlerinde yaşanan değişiklikler toprağın su tutma kapasitesini aşabiliyor. Örneğin hızlı ve çok miktarda yağan yağmur yarardan çok ekonomik ve toplumsal zarara yol açan sel ve taşkınlar yaratabiliyor. Burada da artan betonlaşma ve plansız kentleşmenin, kaybedilen orman arazilerinin, şehirlerdeki geçirimsiz zeminlerin, yağmur suyunu yanlış yönlendiren yaklaşımların etkilerini somut olarak görebiliyoruz.
Neler yapabiliriz?
Duş sürelerini kısaltmak, damlayan muslukları tamir etmek, sifonların kullandığı suyu azaltmak… Bu örnekler internetin her köşesinde bulunabilir. Bunlara bireysel tüketim alışkanlıklarımızı ve özellikle de et tüketimini de eklediğimizde elbette bireysel olarak yapılabilecek bazı tasarruf uygulamalarının hatırı sayılır bir etkisi olacağını söyleyebiliriz. Ancak önlemleri sadece bireysel çabayla sınırlamak bugün yaşadığımız kuraklık tehdidinin arkasında yatan esas politika ve uygulama sorunlarını görünmez kılma tehlikesini de içinde barındırıyor. Bugün yüzleştiğimiz kuraklık tehdidinin arkasında sürdürülemez büyüme hırsına dayalı, gezegenin yaşam destek ünitelerine zarar veren, tüketim odaklı sistematik bir yaklaşımın olduğunu unutmamız gerekiyor. Bunu fosil yakıta dayalı sanayi ve enerji üretiminde, endüstriyel tarım ve hayvancılıkta ve hatta kentsel planlamalarda bile görebiliyoruz. Mevcut enerji politikalarının zaten kırılgan olan su varlığımız üzerinde yarattığı baskıyı görmemiz ve bunu dönüştürmemiz çok önemli. 2030 yılına kadar kömürden çıkış ve yaşama saygılı yenilenebilir enerjinin payını %75’lere çıkarmak mümkün. Bunu Türkiye’nin 2053 net sıfır hedefi açısından da yapması gerekiyor. İklim krizinin önüne geçmek için küresel sıcaklık artışını 1,5 derecenin altında tutmayı amaçlayan Paris Anlaşması, 191 ülke tarafından onaylanmıştı. Türkiye de 192. ülke olarak Ekim 2021’de anlaşmaya taraf oldu. Geçen yılki iklim zirvesine katılan tüm taraflar, bu yıl düzenlenecek COP27 öncesi emisyon azaltım hedeflerini iyileştirme konusunda anlaşmışlardı. Çünkü 1,5 derece eşiğini aşmamak için 2050 yılına kadar küresel çapta emisyonların net sıfır seviyesine inmesi şart. Bunun önündeki tek engel karar alıcıların ve mevcut endüstrinin direnci. Gezegendeki yaşama zarar veren bu direnci kırmak için çabalamak ise bize düşüyor. Dolayısıyla bireysel sorumluluğumuz burada su tasarruf önlemleri ile sınırlı değil, bunun çok ötesinde. Bize düşen iklim dostu bir yaşam için mücadeleyi beraber güçlendirmek ve gerçekçi taleplerimizin sesini hep birlikte, dayanışma içinde yükseltmek.
İlk adım olarak hiç vakit kaybetmeden konuyla ilgili tüm kurum ve kuruluşların koordine bir biçimde çalışacağı bölgesel organizasyonların yapılması ve kuraklık tehdidi ile karşı karşıya olan bölgeler için uygulanacak kuraklık ile mücadele eylem planlarının hazırlanması gerekiyor. Bugün buna benzer eylem planları farklı seviyelerde farklı kurumlar tarafından hazırlanıp takip ediliyor. Örneğin Tarım ve Orman Bakanlığı tarımsal kuraklık üzerine havza bazlı çalışmalar yapıyor. Ama burada esas ihtiyaç, konuyla ilgili olabilecek tüm kurumların bir araya gelerek kamuoyunu yönlendirecek akılcı, bilimsel önlemleri sıralamaları ve tedbirlerin suyun en çok kullanıldığı kirletici sektörlerden başlayarak, bireysel boyuta indirilmesidir. Evet, hepimizin alacağı çok sayıda önlem olsa da esas olarak bunun makro ölçekte çözülmesi gereken bir sorun olduğu unutulmamalıdır.
Kuraklık, içinde bulunduğumuz iklim bağlantılı krizler çağının bir boyutu. Bugün karşımızda olan bu sorun oldukça kalıcı. Ama öte yandan başka bir zaman diliminde de yaşanabilecek selleri konuşmamız çok olası. Tüm bu aşırı hava olaylarının derinleştirdiğimiz iklim kriziyle bağını görmemiz gerekiyor. Ancak bu bağı görerek topyekûn bir değişikliği gerçekleştirebiliriz. Burada da ufkumuzu tüm gezegene dost bir sistemsel dönüşüme çevirmemiz gerekiyor. Biz Greenpeace olarak, bu krizlerden çıkış yolunu doğaya ve insana dost, ¨Yeşil ve Adil Dönüşüm¨de görüyoruz. Yeşil ve adil dönüşüm, fosil yakıtlardan çıkışı ile birlikte insan onuruna yakışan işleri güçlendirirken suyla kurduğumuz tek yönlü tüketim ilişkisini de dönüştürme potansiyelini içinde barındırıyor. Çare, bugünden başlayarak gezegeni savunan bir sistemin yaratılmasında yatıyor, hepimize ise bu sistemi yaratmak için ilgilileri harekete geçmeye zorlayacak gerekli toplumsal iradeyi yaratmanın sorumluluğu düşüyor. Zira havamızı, toprağımızı ve elbette suyumuzu evimizde, şehrimizde, gezegenimizde korumamız gerekiyor!